Günümüzde gençlere, aile kurmak dediğimiz zaman öncelikle eş adaylarının birbirlerini tanıma/tanışma süreci ve bir dizi aşaması olan evlilik töreni akla geliyor. Tüm bunların odağında romantik aşk ve ideal evlilik rüyası var. Acaba bu romantik aşkın tüketim toplumu ile ne kadar sıkı bir şekilde kol kola olduğunun farkındalar mı? Sosyo-ekonomik açıdan tüm toplumsal tabakalarda, tüketim ekonomisi ile sarmaş dolaş olmuş upuzun yeni çağ evlilik ritüelleri yer alıyor. Başrolde gelin adayının bulunduğu bu ritüeller tünelinde, damat adayları için romantik boyutta nasıl orijinal bir evlilik teklifi bulacaklarından, maddi boyutta bu sürecin hediyelerle nasıl süsleneceğine kadar süren uzun bir yol var.
Antony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya[5], adlı kitabında değişim özellikle özel hayatlarımızı etkilediğini vurgulayarak şunları anlatıyor: “Dünyada meydana gelen değişikler içinde hiç birisi kişisel yaşamlarımızda (cinsellik, evlilik ve ailede) görülenlerden daha önemli değildir. Kendimiz hakkındaki düşüncelerimiz ve başkalarıyla ilişki kurma biçimlerimizde dünya çapında bir devrim yaşanıyor”.
Çoğumuz genellikle daha büyük problemlere göre kendimizi ayarlayabiliriz. Ama duygusal yaşamlarımızın tam kalbine ulaşan değişiklikler girdabından uzak durmamız pek mümkün değildir.
Duygusal iletişimin, dolayısıyla mahremiyetin, kişisel yaşamlarını birbirine bağlayan eski bağların yerini aldığı belli başlı üç alandan söz edebiliriz: cinsel ilişkiler ve aşk bağı, anne baba-çocuk ilişkisi ve arkadaşlık.
“Saf ilişki”, etkin güvene dayalı süreçlere yani insanın kendisini ötekine tamamen açmasına bağlıdır. Bu içini açma, mahremiyetin temel koşuludur.
Anne-babaların çocuklar üzerinde otoriteleri olmalıdır ve bu herkesin yararınadır. Ancak ilkesel bir eşitlik olduğu da baştan kabul edilmelidir.
Duygular demokrasisi disiplinin ya da saygının olmaması demek değildir. Yalnızca bunların farklı bir zemine oturtulması söz konusudur.
Geleneksel ailenin gerilemesini bir felaket olduğunu iddia etmek ne kadar yanlışsa, her aile biçiminin diğerleri kadar iyi olduğunu söylemek de o kadar yanlıştır. Giddens bu yargıyı siyasal ve fundamentalist sağın argümanına dayandırmaktadır.
Bütün toplumsal kurumlar gibi aile de hem çok sert tartışmalara neden olmuş hem de belki de bilim, adalet ya da doğa yasası adına açık bir biçimde yadsınmamış olan tek kurumdur. Aile bütün düzenli örgütlerde kendini mülkiyetten bile daha buyurgan bir biçimde kabul ettirir. Şu hâlde aileyi Tanrı’nın doğrudan eseri olarak görmeyi reddedenlerin bile, onu en azından Tanrı’nın yarattığı doğa yasalarının zorunlu bir sonucu olarak kabul ettiklerini söylemek mümkündür.
Dini özgürlük ve bireysel mülkiyet ile güçlendirilmiş modern aile, hiçbir zaman olmadığı kadar hakiki bir toplumsal birim olarak ortaya çıkar.
LePlay: “Bireyciliğin toplumsal ilişkilerde baskın hâle geldiği her yerde, insanların hızlıca barbarlığa doğru geriledikleri görülür. Bunun aksine, toplumun gelişme gösterdiği her yerde ise bireylerin içtenlikle aile bağları kurma arayışı içine girdiklerini ve şeylerin doğasının ve yasanın gerektiğinde izin verdiği bağımsızlıktan tereddütsüz vazgeçtiklerini görürüz”.
Babanın otoritesi yalnızca yaratıcı saygınlık ve ailenin diğer üyelerine sağlanmış koruma üzerine kurulmaz. Bu otorite bunların yanı sıra ve bilhassa, insani sevgilerini en az bencillik taşıyanı ve en kalıcısı olan baba sevgisine dayanır. Başka hiçbir toplumsal güç, baba otoritesi kadar hiçbir art niyet taşımaksızın kendini yönettiği kişilerin mutluluğuna adamaya eğilimli değildir. Bu içgüdüsel eğilim toplumların gelişimiyle daha da bir incelir, soylulaşır fakat çöküşün ortasında bile varlığını sürdürür
Birey dünyaya iyilik duygusunu alma yeteneği ile gelir. İnsanlığın esas zenginliğini oluşturan ahlaki düzen, ilahi lütuf ile birbirlerini takip eden nesillerin bilgeliğiyle yavaş yavaş oluşur. Bu değerli emanetten ve olağanüstü intikalden bilhassa sorumlu olan kişi ailenin babasıdır. Baba otoritesinin en fazla etkiye sahip olduğu halklar aynı zamanda en güçlü ulusal bilince sahip olan uluslardır.
Le Play miras ve aile arasındaki ilişkiyi, toplumsal anlamda gelişme ve devamlılık açsından inceleyen bir sosyologdur. Ataerkil düşüncesi ve dine verdiği önemle devrim sonrası koşulların rahatsızlığı içindedir. Şu sözü ile bitirelim: “Şimdilerde, istikrarsız aileler rejimi, ülkeyi tümüyle istila etmiştir”.
Engels insanlık tarihi ile ilgili kurduğu model üç dönemden oluşmuştur:
1-Yabanıllık: Doğanın verdiğini hiç değiştirmeden yararlanmaktan
2-Barbarlık: İnsan eliyle yapılan üretime geçmek için birtakım aletlerin üretilmesi
3-Uygarlık: İnsanın doğal ürünleri “hammadde” olarak kullanmayı öğrendiği dönemdir
Engels: "Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın, karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla eştir. Karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra, günümüze kadar uzanan ve bazılarının refah ve gelişmesi, bazılarının da acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o kadar ilerlemenin aynı zamanda görece bir gerileme olduğu çağı açar”.
Coğrafi keşifler, dünya ticareti ve manifaktür imalatıyla dünyaya egemen olmaya hazırlanıldığı zaman, bir ilerleme, soydan aktarılan koşullardan (aristokrasinin hakları), özgürce oluşturulan koşullara geçiş oluyordu. “Özgür” sözleşme dönemi başlıyordu. Yükselen burjuvazi “özgür” ve “eşit” bireyler yaratacaktı. Buna göre, evlenme de gene sınıf evlenmesi olarak kaldı. Fakat ilgililere, kendi sınıfları içinde belirli bir seçme özgürlüğü tanındı. Ve karşılıklı bir cinsel aşka ve çiftlerin gerçekten özgürce anlaşmasına dayanmayan bütün evliliklerin ahlaksızca bir şey olduğu, kâğıt üzerinde, şiirlerde olduğu gibi, ahlak teorisinde de sarsılmaz bir kural haline geldi. Yani, aşk evliliği insan hakkı olarak kabul edildi. Sadece erkek hakkı olarak değil, kadın hakkı olarak da.
Sosyolojiyi çevreleyen ilk sorun, toplumsal dayanışma meselesi, insanları birleştiren bağların neler olduğunu, yani toplumsal bütünlüğün oluşumunu nelerin belirlediğini bilmektir.
Durkheim'e göre toplum çeşitliliğinde biri zihinlerin benzerliğine ve fikirler ile duygular birliğine, öbürü ise işlevlerin farklılaşmasına ve iş bölümüne dayanır. İlkinin etkisindeki bireyler, kitlenin içerisinde erirler. Öbüründe ise her bir bireyin bütünün refahı için başkalarının yaptığı özel katkılara bağımlı olan kendi eylem alanları vardır.
Doğa bilimleri ilişkilerin altında yatan sebepleri deneyler aracılığıyla keşfetmektedir. Bu sosyoloji için mümkün değildir. Fakat Durkheim’a göre deneylerde temel olan şey araştırmacı tarafından yapay olguların üretilmesi değildir. Değişik ortamlarda ve değişik biçimlerde bulunan şeyin karşılaştırılabilmesidir. Yani bilimde önemli olan incelenen olguyu değişen koşullar altında gözleyebilmektir. Koşulları değiştirmek, araştırmacının bir olgu hakkında neyin temel neyin olumsal/rastlantı (contingent) olduğunu belirleyebilmesini sağlar. Eğer bir olgunun değişik biçimleri laboratuvarda değil de doğal olarak üretilebilirse onun karşılaştırmalı incelemesine dolaylı deney denebilir.
Durkheim evrimci bir yaklaşım seçmiş olsa da kendisinde ilkel=düşük, gelişmiş=üstün yaklaşımı yoktur. Modern koşulları açıklamaya çalışan bir sosyolog için (Din, aile, vs) geçmiş bugün için bir başlangıçtır. Tarih ve etnoloji bugünün anlamını çözmemiz için veri sağlar. Tarihsel ve etnolojik malzeme uygun bir şekilde kullanıldığında sosyolojik “ampirik verileri” oluşturmaktadır.
Toplumun beklentilerine uygun bireyleri yetiştirecek olduğu için vazgeçilmez bir kurum olan aile tüm işlevlerini kaybederek ortadan kalkabilir mi?
Parsons’a göre aile, geleneksel olarak bu kuruma bağlı belirli işlevlerinin gerilemesi nedeniyle, yüksek düzeyde uzmanlaşmıştır; canlı bir birim olarak varlığını sürdürmektedir. İçine doğduğu toplumun bir gün üyesi olabilmek için çocukların ilk toplumsallaştırılması ve toplum içindeki yetişkinlerin istikrarı. Bu iki işlev birbirine bağlıdır.
Durkheim’ın da işaret ettiği gibi, modern aile evlilik temeline dayanmaktadır. Oysa eskiden tam aksine evlilik aile temeline dayanıyordu.
Stone’un The Family, Sex and Marriage in England: 1500-1800 başlıklı kitabında anlattıklarına göre: Geleneksel anlayış, mutluluğun bu dünyada değil ancak öteki dünyada elde edilebileceği ve cinsel duygular bir zevk olmayıp ancak neslin devamı ihtiyacı açısından haklı görülebilecek, günaha sürükleyen bir gereklilik sayıldığı yönündeydi. Bireyin seçme özgürlüğü her zaman ve her bakımdan, ister ana-baba ister akraba, ister komşu, ister kilise ya da devlet olsun başkalarının çıkarlarından sonra gelirdi. Hayata gelmenin hiçbir değeri yoktu ve ölüm her an kapıdaydı. Hayattan beklenen şeyler o kadar azdı ki bir başkasına aşırı derecede duygusallıkla bağlanmak basiretsizlik idi.
A.Giddens, L. Stone burada durumu abartıyor olabilir, diyor. Evlilik ilişkilerinin ve ana-babayla çocuklar arasındaki ilişkilerin ne derece güçlü duygusal bağlardan yoksun bırakıldığı tarihçiler arasında tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ama romantik aşk kavramlarının yalnızca saray çevrelerinde geliştiğine ve evlilik ve aile ile bir ilgisi olmadığına da kuşku yoktur. Hem karı-koca hem de ana-baba ile çocuklar arasındaki ilişkilerin özellikle içten ya da şefkate dayalı ilişkiler olmadığı genelde kabul görmektedir. (Ana-baba-çocuk arasındaki ilişkilerin geçirdiği uzun vadeli değişiklikler konusunda yapılan öncü bir çalışma şudur: Philippe Ariés, Centuries of Childhood, “Harmondsworth,” Penguin, 1973).
On sekizinci yüzyılda yerleşmiş temel aile kurumu olan “bireylerin birbirine sıkı bağlarla bağlandığı çekirdek aile”nin ortaya çıkışını gösteren birkaç ayırt edici özellik vardır. Bunları Stone “sevgi ve muhabbete dayalı bireycilik” deyimiyle özetliyor. Evlilik bağlarının kurulması, sınıflara göre değişen kur yapma ve flört modelleri gelişmesine rağmen, genç kadınlar ve genç erkekler için eş seçme konusu gittikçe daha kişisel bir tercih haline geliyordu. Cinselliği özellikle evlilikle bağdaştıran normların yönlendirdiği, içinde sevgi ya da “aşk” bulunan ilişkiye karşı duyulan arzu eş seçimini gittikçe daha fazla etkiliyordu. Ana-babayla çocuklar arasındaki ilişkiler de daha güçlü duygusal içerik kazanıyor, çocuklara ‘iyi bir “eğitim” kazandırmaya karşı ilgi ön plana çıkıyordu. Ancak bir bütün olarak toplumda bu tip ailenin egemen olması basit ve kesintisiz bir yayılma süreci izlememiştir. Bu süreçte çeşitli sapmalar ve ters durumlar da görülmüştür.
Sembolik Etkileşimci yaklaşımın pragmatizme (faydacılık) dayanan üç temel ilkesi vardır:
a) İnsanlar kendileri tarafından anlam/önem atfedilen (yüklenilen) davranışlarda bulunurlar.
b) İnsanların davranışları toplumdaki diğer insanlarla giriştikleri sosyal etkileşimden kaynaklanır.
c)İnsanlar karşılaştıkları durumları yorumlarlar ve ulaştıkları sonuca bağlı olarak da davranışlarını değiştirirler.
Comments